Kendi Kazançlarıyla Geçinerek Asla Hediye Kabul Etmemeleri
Tevâtür yoluyla nakledildiğine göre Ebû Hanîfe (r.a.) hazz ticaretiyle uğraşarak bu sanattaki mahâretinden dolayı kimseye muhtaç olmayan bir ömür sürmüştür. Kûfe’de ticaret merkezi olan dükkânında kendileri otururdu. Birçok ortağı olup mal almak için değişik ülkelere onlar sefer eder, elde edilen kazancın fazlasını Allah (c.c.) yolunda dağıtır; “Cömertlik ve Sehâveti” bölümünde açıklandığı gibi önde gelen âlimleri ve talebelerini daima nefsine tercih ederek mürüvvetini gösterirdi. Ticaret kazancıyla yetinir, zamanının halife ve emirlerinden ihsan ve hediye kabul etmezdi.
Birkaç kez Halîfe Mansûr’un hediyesini kabul etmek durumunda kalmış, ancak onları biriktirmiş ve bir gün halifeye otuz bin dirhem hâlis gümüş sikkeyi: “Ben Bağdat’ta garîb bir kimseyim. İnsanların emânetlerini muhafaza edecek yerim yoktur. Bunlar Beytülmal’de dursun” diyerek güzel bir yolla iade etmiş. Hatta öldüğünde olayın gerçek yüzü anlaşılarak Halîfe Mansûr: “Ebû Hanîfe (r.a.) bizi aldatmış.” diye şaşkınlığını ifade etmiştir.
Bir defasında da adı geçen halife ile eşi arasında düşmanlık ortaya çıktı. Eşinin arzusu üzerine Ebû Hanîfe (r.a.) hakem tayin edilmişti. Kendisi, perde arkasından dinlediği hâlde, Halife: “Nikâhla kaç hâtunun bir arada bulunması câizdir?” diye sorunca, İmâm-ı Âzam (r.a.): “Dört” cevabını verdi. “Câriyelerden kaç?” deyince: “Dilediği kadar” dedi. “Bu sözün aksine inanan var mıdır?” deyip İmâmı Âzam (r.a.): “Hayır” deyince eşine hitaben: “Şeriat’ın hükmünü işitiyor musun?” dedi. Bunun üzerine İmâmı Âzam (r.a.) şöyle dedi: “Ey müminlerin emiri! Fakat bu dediğimiz kadınlar arasında adalet edebilenler içindir. Çünkü Allahü Teâlâ: “Haksızlık yapmaktan korkarsanız, bir tane alın!”190 buyurmuştur. Şeriat’ın edebiyle edeplenmek herkese lâzımdır.” Bunun üzerine Mansûr susmayı tercih etti. İmâm-ı Âzam (r.a.) oradan ayrıldığında eşi tarafından güzel hediyeler takdim edildiyse de kabul etmeyerek: “Ben yüce dinin gereğini açıkladım. Kimseye yakın olmak ve dünyalıktan faydalanmak istemedim” dedi.
Elbiseleri ve Güzel Görünüşleri
Kıymetli ve temiz elbiseler giyer ve hep güzel görünürdü. Bazen otuz dinar değerinde elbise giydiği olur, başına uzun kavuk takar ve güzel kokular sürünürdü. Hatta güzel kokular uzak yerden hissedilirdi. Sincap ve samur kürkleri vardı. İlim tahsil eden talebelere daima temiz ve güzel elbise giyerek vakarlarını gözetmelerini; âlimlerin insanların nefretini çekecek görüntü ve davranışlardan son derece kaçınmalarını öğütlerdi.
Edeb ve Hikâye Kitaplarında Aktarılan Âdâb ve Hikmetle İlgili Bazı Özlü Sözleri
Ebû Hanîfe (r.a.)’in çoğu kere şu beyti söyleyerek bundan etkilendiği anlatılır:
Kefâ huznen en lâ hayate henîeten
Ve lâ ‘amele yerdâ bihi’llahü sâlihan
Anlamı: “Ne tam sefâ içinde bir hayat sürebildik ne de Hakk’ın rızâsına uygun sâlih ameller yapabildik. Bu da bizim için keder ve hüzün olarak yeter.”
“Dinî ilimlerle ilgili konuşup fetva verenler, şayet Allahü Teâlâ’nın kendilerine: “Benim din ve şeriatımda ne türlü hükmedip fetva verdiniz?” diye sormayacağını zannederlerse, gerek yüce dinin, gerekse üzerlerine yüklenilen vazifelerin önemini kavramamış olurlar.”
“Vaktinden önce yöneticilik almaya teşebbüs eden zelil olur.”
“Meclis âdâbından nasipsiz olanlar, dinî ilim ve güzel ahlak sahiplerini değerlendiremezler.”
“Günah işlemeyi, önceleri hamiyyet ve mürüvvetim sebebiyle zillet görerek terk ettimse de, daha sonra bu bende dinî bir görev hâlini aldı. İlim ve mârifet, bir insanı haramları işlemekten alıkoymazsa; o kimse, hüsrâna uğrayanlardan olur.”
“Yeterli olanla yetinip münasebetleri azaltarak hislerini toplayan kimse fıkhî meseleleri çok kolay öğrenir.”
“Eğer büyük âlimler, Allah (c.c.)’nün velî kulları değilse; Allahü Teâlâ’nın velî kullarının bulunmaması gerekirdi. Bu durumda câhiller Allah (c.c.)’nün velî kulları olamazlar.”
“İlmi, dünyayı elde etmek maksadıyla öğrenen, onun bereketinden mahrum kalır. Bu tür insanlar ilimde tam olarak derinleşemeyeceğinden, başkaları onun ilminden pek fazla yararlanamaz. İslam dinini korumak niyyetiyle ilim öğrenenlerin ilmi artar ve onun inceliklerine vâkıf olur. Ayrıca onların ilminden yararlananlar çok bulunur.”
“Hadis ilminde uzmanlaşıp da fıkıh ilmini öğrenmeyenler, ilâçları ve şifâ için gerekenleri topladığı hâlde doktora müracaat etmeden kullanmaya güçleri yetmeyen kimselere benzerler.” (Çünkü hadîs-i şerîflerden şer‘î hüküm çıkarmak müctehitlerin yapacağı bir iştir. Diğerlerinin ise fıkıh ilminde açıklanan meseleleri iyice öğrenip yazıya geçirmeleri gerekir.)
“Kendi değerini bilip itibarını gözeten kimsenin nazarında dünya değersiz ve her sıkıntısı önemsizdir.”
“Sözünü kesene karşılık verme, o kimsede ilim ve edep arama.”
“Hazret-i Ali (k.v.) ile harp edenlerden, şüphesiz ki Hazret-i Ali (k.v.) daha haklıdır. Eğer Hazret-i Ali (k.v.)’nun onlar hakkındaki dinî uygulamaları güvenilir rivâyetlerle bize ulaşmasaydı, muhalifler ve is- yankârlar hakkında nasıl muamele edilmesi gerektiğini bilemezdik.”
“Önemli bir işi araştırmak istediğin zaman çok yemek yeme ki aklın zayıflık göstermesin.”
Ebû Hanîfe (r.a.), İbrâhîm Edhem Hazretleri’ne şöyle dedi: “Yâ İbrâhîm! Senin ibâdet hususundaki başarın yerindedir. Fakat ibâdetin başı ve dinî işlerin olgunluğu ilimle olduğundan, onu da çok değerli tutmalısın.”
Yanında insanların aleyhinde sözler konuşulmaya başlanınca: “Halkın hoşnut olmayacağı sözleri terk edin. Hakkımızda hoşlanılmayan sözleri konuşanları Hazreti Allah (c.c.) afvedip bağışlasın ve güzel söz söyleyenleri lütuf ve ihsana eriştirsin. Sizler Allah (c.c.)’nün dininde fakih olmaya bakın ve insanları seçmiş oldukları hareket çizgisi üzerine bırakın, bir gün olur Allah (c.c.) onları size muhtaç eder” dedi.
Bir gün sabah namazından sonra birçok meseleye cevap verir. Bunun üzerine: “Bu vakit, ancak hayır söz söylemek ve yüce Allah (c.c.)’u zikirle meşgul olmak zamanı değil midir?” denildiğinde, şöyle der: “Bu helâldir, şu haramdır diye dinî hükümleri açıklamaktan daha hayırlı söz olur mu? Allahü Teâlâ’yı tenzih etme yolunu anlatıp insanları suç ve haramlardan sakındırıyoruz. Bu da Allah (c.c.)’u zikir değil midir? Dağarcığında zahîresi kalmayan yolcunun yaşayamadığı gibi, ilmi bulunmayan âbid de gayretinin karşılığını göremez.”
Hazret-i Ali (k.v.) ve Muâviye (r.a.) arasında vuku bulan savaşlar ve Sıffîn Vakası’nda öldürülenlerin durumu kendisine sorulunca, şöyle cevap verdi: “Ben Hakk’ın huzuruna varacağım zaman söylediğim sözlerden ve gıyâben vermiş olduğum hükümlerden sorgulanmaktan korkarım. Ancak sükût ettiğim takdirde, niçin sustuğumu Rabbim’in sormayacağını bilirim. Çünkü herkes vazifesini yerine getirmekle mükelleftir. Biz de onunla meşgul olalım. Zan ile hüküm ve amel edenlere şaşarım. Cenâb-ı Hak “İyice bilmediğin şeye uyma, onu iyice öğrenmek için güzelce çalış.” buyurmuştur.
Uyarı: İmâm-ı Âzam (r.a.)’in bu sözleri şöyle anlaşılmalıdır: Müctehit olmayanların, akaidde ya da fer‘î amellerde müctehitlere uymayıp zan ile amel etmelerini kınamaktır. Çünkü anılan âyet bunların hakkındadır. Ancak büyük müctehitlerin ve onları taklit edenlerin, amel hususunda zan ile yetinmeleri câiz, belki vaciptir. Hatta bu zan yakîn menzilesinde kabul edilir. Zan, sadece hüküm çıkarma konusunda bulunur.
Güç bir meselenin halline dair vermiş olduğu doğru cevap, son derece beğenilmiş: “Siz sağ oldukça Kûfe diyarı, feyiz merkezi olup hayır ve bereketiniz her tarafa yayılacaktır” denilince, şu beyti okumuştur:
Haleti’d-diyâru fesüddü gayre müsevvedin
Ve mine’l-‘inâi teferrüdî bi’s-sûdedi
Mânası: “Memlekette kemal sahipleri kalmadığından, önderlik vasfına sahip olmadığım hâlde bu şekilde anılıyorum. Önderliğin yalnızca bana kalışı, güçlük ve zorluk veren şeylerdendir.”
İmâm-ı Âzam (r.a.)’in âlimlerin ilmi yaymaya borçlu olduklarını, ancak zihinleri meşgulken kendilerine müracaat olunduğunda hemen cevap vermelerinin câiz olmadığını anlatan güzel sözleri de vardır.
Dünya Makam ve Mevkilerine Rağbet Etmemeleri
Ebû Hanîfe (r.a.) Emevî hükümdarlarının sonuncusu Mervân b. Muhammed zamanında, Irak valisi bulunan kişi tarafından teklif edilen beytülmal emânetini geri çevirdiği ve valinin teklifinde ısrarı üzerine Mekke-i Mükerreme’ye gitmiş olduğu daha önce ifade edilmişti. Abbâsîlerden Ebû Ca‘fer el-Mansûr zamanında Kûfe’ye geri döndüklerinde kendilerine halife tarafından başkadılık teklif edildiği hâlde bunu kabul etmediği tarih kitaplarında etraflıca anlatılmıştır.