İlginç Sorulara Verdikleri Cevaplardan Ortaya Çıkan Üstün Zekâ ve Yüksek Sezgileri

İmâm Ebû Yûsuf (rh.a.) tahsilini yaparken bir aralık hastalanınca İmâm-ı Âzam (r.a.), “Eğer bu çocuk ölürse kendisine halef olacak kimse yoktur” dedi. Bu söz Ebû Yûsuf (rh.a.)’in kulağına ulaşınca, nefsine büyüklük gelerek fıkıh dersi vermeye başladı. Başına birçok insan toplandı. İmâm-ı Âzam (r.a.) bu durumu öğrenince, yanında bulunanlardan birine şöyle dedi: “Haydi, Yûsuf ’un ders meclisine gidip şu soruyu kendisine sor: “İki dirhem karşılığında temizlemek üzere bir elbiseyi çamaşırcıya teslim eden kimse, elbisesini istediğinde söz konusu çamaşırcı önce inkâr edip aradan birkaç gün geçtikten sonra tekrar isteyince temizlenmiş olarak elbiseyi sahibine verse, ücreti hak eder mi?” Cevap olarak ne söylerse, duraksamadan hata ettiğini söyle.”
O kişi bu soruyu Ebû Yûsuf (rh.a.)’e sordu. İlk başta “Evet hak etmiştir” diye cevap verdi. Soruyu soran: “Hata ettin!” dediğinde, biraz düşünüp: “Hayır, yoktur” diye cevap verdi. Soruyu soran yine hata ettiğini söyleyince, sorunun nereden geldiğini anlayarak hemen kalktı, Ebû Hanîfe (r.a.)’in huzuruna vardı. İmâm-ı Âzam (r.a.) kendini görünce: “Seni buraya ancak çamaşırcı meselesi getirdi, değil mi?” dedi. Büyük bir mahcûbiyetle “Evet, efendimiz” cevabını verdi. Bunun üzerine Ebû Hanîfe (r.a.) şöyle dedi: “Sübhânallah, henüz daha böyle icâre (ücret) meselelerinde cevapdan âciz kalan bir kişi İlâhî dinden bahsederek fıkıh ilminden ders vermeye nasıl cesaret eder? Konuyla ilgili olarak vermiş olduğun cevapların ikisi de yanlıştır. Çünkü bu makam, etrâflıca açıklamayı gerektiren bir makamdır. Eğer inkâr ve gasbettikten sonra temizleme işini yapmışsa çamaşırcının ücret istemeye hakkı yoktur. Çünkü bu surette icâre sözleşmesinin geçersizliği sebebiyle kendisi için temizlemiş olur. Eğer inkâr etmeden temizlemiş olduğunu isbat edebilirse ücret talebinde bulunur. Çünkü bunu, mal sahibi için yapmıştır.”
[Mütercim sözü: Bu sorudan başka dört soru vardır ki Eşbâh’ın sonunda zikredilmiştir. Ancak İmâm-I Âzam (r.a.)’in ahlakının yüceliği gözönüne alındığında bu soruları sormasının anlamı şudur: Bu meseleleri İmâm Ebû Yûsuf ’a arz etmekten maksat, onu mahcupetmek olmayıp belki hocalığa gerçekten ehil olup olmadığını göstermektir. Kendisinden önceden izin alınmasını istemesinin hoca hakkına işaret etmek için olduğu açıktır.]
İmâm Ebû Hanîfe (r.a.) bir defasında âlimlerin önde gelenlerinin de hazır olduğu bir düğünde bulundu. Düğün sahibinin iki kızı birden gelin oluyordu. Damat olacaklar da kardeşti. O zamanın âdeti gereği insanlar yemek yemeğe oturmadan zifaf gerçekleşti. Daha topluluk dağılmadan ev sahibi son derece telaşla oradaki bulunanların yanına gelerek büyük bir hata olduğunu, yani damatların her biri diğerinin zevcesiyle zifafa girdiğini arz etti. Bunun üzerine Süfyân es-Sevrî (rh.a.) şöyle dedi: “Bu derece telaşa gerek yok. Böyle bir hâdise sahâbe-i kirâm zamanında vuku bulmuştu. Muâviye (r.a.) Hazret-i Ali (k.v.)’den fetva almak için birini gönderdi. Hazret-i Ali (k.v.), erkeklerin her biri, kendi zevcesi zannıyla diğerinin zevcesini yatağına aldığından, mihrini üstlenmesine ve her zevcenin kendi kocasına iade olunmasının gerekliliğine hükmetmiş idi.” Orada bulunanlardan hepsi bu cevabı beğendilerse de Ebû Hanîfe (r.a.) sükût etti. Mis‘ar b. Kidâm (rh.a.) “Siz ne buyurursunuz?” deyince, Süfyân (rh.a.): “Bundan başka ne diyebilir ki?” dedi. İmâm-ı Âzam (r.a.): “Damatları bana getirin!” dedi. Damatlar huzuruna gelince, her birine ayrı ayrı “Zifafa girdiğin kadının senin hanımın olmasına razı olur musun?” diye sordu. Kabul cevabını alınca her birine nikâhlı hanımlarını boşattırarak zifafa girdiğine nikâh ettirdi ve yeniden bir düğün daha yapılmasını emretti. Bu yaptığından dolayı herkes şaşırıp onu tebrik etti. Mis‘ar (rh.a.) hemen kalkıp İmâm-ı Âzam (r.a.)’in ellerini öptü ve orada bulunanlara: “Herkesten ziyade kendisine saygı ve ihtiram göstermemin hikmetini anladınız mı?” diye seslendi. Süfyân (rh.a.) sükût ile geçiştirip bir şey söylemedi. [Eşbâh adlı eserde Süfyân (rh.a.)’in de İmâm-ı Âzam (r.a.)’in alnından öptüğü bilgisi yer almaktadır.]
Uyarı: Süfyân es-Sevrî (rh.a.)’in Hazret-i Ali (k.v.)’den naklederek verdiği hüküm, aslında Ebû Hanîfe (r.a.)’in hükmüne ters değildir. Bunların her ikisi de doğru olup biri, diğerini doğrulamaktadır. Çünkü Süfyân (rh.a.)’in beyan ettiği hükmün esasını ki şüphe ile cimâ etmek mihr ödemeyi gerektirdiği için, önceki nikâhı bozmamaktan ibarettir. Ebû Hanîfe (r.a.) inkâr etmiyor. Ancak erkeklerin her biri, zifafa girdiği kadınlarla yattıktan ve ondan hoşlandıktan sonra zorla elinden çıkarılınca aralarında bir ilişki kalması ve bunun, sonradan artma ihtimalinin kuvvetle muhtemel olmasından dolayı, ileride gerçekleşebileceği düşünülen uyumsuzluk ve evliliğin bozulması gibi büyük belanın, şimdiden önünü almayı hikmete daha uygun bulduğundan bu şekilde hüküm vermiş ve gereğini yerine getirmiştir.
[Bu konunun açıklaması şu şekildedir: Hazreti Ali (k.v.)’nun verdiği cevabı İmâm-ı Âzam (r.a.) de kabul eder. Önceki nikâhın geçerli olması istendiğinde bundan başka cevap yoktur. Çünkü bir kimsenin nikâhlısıyla bir başkasının ilişkiye girmesi nikâh akdini ortadan kaldırmaz. Sahih akid şüphesi ya da fâsid nikâh türlerinden biri bulunursa, şer‘î had de gerekmez, belki mehr-i misl (emsâl mehir) lâzım gelir ki buna ukr denilir. Ancak bu şekildeki kadının iddet çıkarması vacip olduğundan, esas kocasına hemen dönebilirse de müddetini tamamlamadan cinsel ilişkide bulunulması haramdır. Bununla beraber Musannifin dediği gibi bu hâdisede eşler arasında kardeşlik söz konusudur. Bu hâlde gece gündüz bir yerde ünsiyet söz konusu olduğundan, önceki nikâhın mahzurları çoğalıyor. Çünkü adı geçen hususun, hayatlarının sonuna kadar aralarında soğukluk ve düşmanlık sebebi olacağı âşikârdır. Bir nikâhın olduğu gibi bırakılıp bırakılmama hususu ise özellikle erkeğe ait bir keyfiyettir. Kendi meşrû menfaatlerinin en kolay ne yolla korunup güven altında olmasını düşünüp mahzurdan arınmış görürse, o yolu tercih edip seçme hususunda her şahsın serbest ve yetkili olduğu açıkça belirtilir. Bu durumda henüz yüzü görülmemiş aynı zamanda kazâzede olmuş bir kadının esas nikâhını ortadan kaldırıp karşılığında birleşmiş olduğu bir sevgiliyi elden çıkarmamayı her biri büyük bir memnuniyetle kabul ederse tereddüt göstermeden gereği yerine getirilerek mahzurların tamamı bertaraf edilir.
Çünkü kendisiyle zifafa girilene nikâh kıyıldığında kadının iddet beklemesine hâcet kalmadığı gibi yukarıda arz olunan soğukluk ve muâşerete uygunsuz hâlin önü alınmış olur. Eşlerin aralarında bu yolda kabullenmenin gerçekleşmesi, Hazret-i Ali (k.v.)’e arz edilmiş olsaydı, şüphesiz bunu onaylardı. Fakat fetva isteyen kimsenin ifadesinden, hâlihazırdaki durumun kalmasının gerekliliğini anlamış olduğundan, önceki nikâhın doğruluğunu açıklamakla beraber gerçekleşen hata üzerine gerekli olan hükümleri belirtmekle yetinmiştir.]
Hâşimoğullarından bir kişinin oğlu vefat etmiş, cenazesinde Kûfe halkının ileri gelenleri ve âlimleri hazır bulunmuştu. Çocuğun annesi heyecan ve üzüntüsünden dolayı açık saçık dışarıya çıkıp cenazenin üzerine kapandı. Kocası kadını razı edip eve gönderemediğinden, dönmezse boş olacağını söylemek zorunda kaldı. Kadın da: “Cenaze namazı kılınmadan önce dönersem bütün kölelerim hür olsun” dedi. Bu tuhaf durum karşısında herkes şaşırıp kalmıştı. İmâm Ebû Hanîfe (r.a.)’den çıkış yolu soruldu. İmâm-ı Âzam (r.a.) eşlerin nasıl ne şekilde yemin ettiklerini yeniden dinledi, hemen ardından yalnız kocaya cenaze namazı kıldırdı, kadına da evine dönmesini söyledi. Bu tedbirle hiçbirine kefaret lâzım gelmemiş oldu. Böylelikle saygısızlık ve mahcubiyetin önü alındı.
[Herkesin zihnine gelen şu idi: Kadının ancak cenazenin yıkanıp kefenlemesinden sonra cemaat ile kılına- cak cenaze namazına kadar dönmemesi hâlinde köle ve cariyeleri âzatlıktan kurtarılabilir. Bu durumda ise talâk gerçekleşirdi. Ebû Hanîfe (r.a.)’in gösterdiği çıkış yolu ile sakıncaların ikisi de ortadan kalkmış oldu.]
Bundan dolayı İbn Şübrüme (rh.a.) övgü amacıyla: “Analar sizin gibi oğul doğurmaktan âcizdir. İlmî meselelerde sizin için hiç zorluk yoktur” dedi.
Bir kimse, İmâm-ı Âzam (r.a.)’e gelip kendi evinin duvarında pencere açabilmek için izin istedi. İmâm-ı Âzam (r.a.) de, komşusunun mahremiyetine dair bilgi sahibi olmamak şartıyla, istediği pencereyi açabileceğini söyledi. Komşusu, zamanın hâkimi olan İbn Ebî Leylâ’ya onu şikâyet etti. Anılan şahıs bu işten menedildi. Ebû Hanîfe (r.a.) o kişiye kapı açmasını söyledi. Ancak İbn Ebî Leylâ onu da yasakladı. Bunun üzerine Ebû Hanîfe (r.a.): “Duvar senin malın değil mi? Git duvarını yık da yaptırması bana ait olsun” dedi. O kişi duvarı yıkmaya başlayınca tekrar hâkime şikâyet edildi. Bu defa hâkim o şahsa bu işi yasaklamaya hiçbir şekilde bir yol bulamadığını söyleyerek şikâyetçiyi azarladı ve: “Bir adam kendi mülkünü yıkmaya kalkışırsa ben ne yetkiyle bunu yasaklayabilirim?” dedi. Duvar sahibine de: “Haydi oğlum git, işine bak!” dedi. Şikâyetçi: “Efendim! Bu durumda benim evim tamamen açılacak. Hani ya bir pencere açtırmıyordunuz?” deyince, İbn Ebî Leylâ: “Artık bende tedbir kalmadı; bu adam, dersi büyük yerden almış, benim hatamı açığa çıkardı” diyerek söze son verdi.
Abdullah b. el-Mübârek (rh.a.) bir gün İmâm-ı Âzam (r.a.)’e: “Bir kimsenin iki dirhemiyle, diğer bir kimse- nin bir dirhemi karıştırıldıktan sonra, içinde iki dirhem kaybolsa, kalan bir dirhemi nasıl paylaştırmak gerekir?” diye sordu. Ebû Hanîfe (r.a.) şöyle cevap verdi: “Kalandirhem ikisinin arasında üçte bir ve üçte iki şeklinde paylaştırılır.”
İbnü’l-Mübârek (rh.a.) şöyle söylemiştir: İbn Şübrüme’ye rastladığımda sözü geçen meseleyi ona da arz ettim. “Bu meseleyi bir başkasına sordun mu?” dedi. “Evet, Ebû Hanîfe (r.a.)’e sordum.” dedim. Şöyle dedi: “Onun verdiği cevap ikili, birli paylaştırmadan ibaret olmalıdır.” Ben de tasdik edince: “Fakat bu cevapta hata ettiği âşikârdır. Çünkü kaybolan dirhemlerin birisi, tamamen iki dirhem sahibinin malı; diğeri de, ikisinin arasında müşterektir. Geriye kalan dirhemin yarı yarıya paylaştırılması gerekir” dedi. Verdiği cevabı ben de beğendiysem de, Ebû Hanîfe (r.a.) ile karşılaştığımda dedi ki: “Sen İbn Şübrüme ile karşılaştın, sana iki dirhemin birisinin, iki dirhem sahibinin malı olduğu kesindir. Bu sebeple bir dirhem sahibinin yalnız yarım dirhemi kaybolmuştur. Geri kalan dirhemin de yarısının onun hakkı olması gerekir dedi, değil mi?” Ben: “Evet” dedim. Ebû Hanîfe (r.a.) dedi ki: “Hayır, mademki üç dirhem bir yerde karıştı; her ikisinin, dirhemlerin toplamında katılımı gerçekleşmiş, her dirhemin üçte birisi birinin, üçte ikisi de diğerinin malı olmuştur. Bu durumda hangi dirhem kaybolursa, ikisinin de hissesini götürür; hangi dirhem kalırsa, yine bu şekilde ortak kalır.”
Uyarı: Birbirinden belli özelliklerle ayırt edilemeyen şeylerin karışmasının şüyû şeklinde ortaklığı gerektiğini kabul edenlere göre Ebû Hanîfe (r.a.)’in sözünün anlamı açıktır. Fakat İbn Şübrüme’ye göre bu şüyû şeklinde ortaklığı gerektirmeyebilir. Bu durumda kaybolan dirhemlerin ikisinin de bir dirhem sahibine ait olması mümkün olmadığından, kesinlikle bunlardan birisinin iki dirhem sahibine ait olması icap eder. Diğer dirhemin ise her birine ait olma ihtimali bulunduğundan, bunun onlardan herhangi birine ait olduğunu söylemek, tercih imkânı olmayan durumda tercih yapmak sayılacağından, yarı yarıya bölmek suretiyle aralarında paylaştırmak gerekir.
[Fakat ortaklığın, malın karıştırılması veya malların karışmasıyla, yani iki kimsenin mallarını, ayırt edile- meyecek şekilde karıştırmaları, veyahut bilmeden malların karışmasıyla ortaya çıktığı fıkıh kitaplarımızda ispat olunmuş ve Mecelle’nin 1601. maddesi buna göre düzenlenmiştir.]
Ebû Hanîfe (r.a.)’in komşusu olan birisi bir kabileden bir kızla evlenmek istemiş; ancak gücünün üstünde mihir istenmişti. Durumu Ebû Hanîfe (r.a.)’e anlatarak akıl danıştı. Ebû Hanîfe (r.a.) de istedikleri kadar mihir üzerine evlenmeyi kabul etmesini istedi. Ancak önceden istihâre etmeyi şart koştu. Emre uyarak evlenip gerdeğe girmeyi istediğinde, belirlenen mihri tamamıyla teslim etmedikçe kızın verilmeyeceği kendisine bildirildi. Yine İmâm-ı Âzam (r.a.)’e müracaat edip durumu anlatınca, borç bile olsa hemen mihri tedarik edip kızı almaya çabalamasını söyledi ve bizzat kendisi de bir miktar borç verdi. Bu tedbir sayesinde evlilik gerçekleşti. İmâm-ı Âzam (r.a.) ona: “Şimdi sen uzak bir yere yolculuk edeceğini onlara söyle bakalım, ne olacak?” dedi. Adam bunu söyleyince tabiî olarak telaşa kapıldılar. Bunun üzerine Ebû Hanîfe (r.a.): “Mademki mihri tamamen teslim etmiştir, zevcesini istediği yere çıkarmaya yetkisi vardır” dedi.
[Eskiden, mihri tamamen ödemiş olan kocanın, karısıyla birlikte yolculuğa çıkması yasaklanmazdı. Fakat kendisine güvenmek şart kılınmıştı. Ancak daha sonra gelenler, zevce onaylamadıkça zamanın fesadından dolayı kesinlikle müsaade etmezler. Bu mesele geniş olarak Kitâbü’n-Nikâh şerhimizde anlatılmıştır.]
Kızın ailesi: “Bizim buna tahammülümüz yoktur.” dediklerinde, “Öyle ise almış bulunduğunuz malın hepsini iade ederek kendisini razı ediniz” dedi. Damat bu tekliften yüz bularak: “Ben yalnız bununla yetinmem, daha fazla isterim” deyince, İmâm-ı Âzam (r.a.) şöyle dedi: “Eğer insafın dışına çıkarsan zevcen birine külliyetli bir borç söz verir de söz konusu borcu ödemedikçe birlikte yolculuğa çıkmanız mümkün olmaz.” Bunun üzerine adı geçen şahıs: “Aman efendim! Bu tedbiri haber almasınlar, sonra bana bir şey vermezler” diyerek kanaate mecbur oldu.
İmâm-ı Âzam (r.a.)’in anlayışlarının süratini gösteren şeylerden biri de, verdiği şu cevabıdır:
Bir gün bir kadın huzuruna gelip: “Erkek kardeşim öldü, ardında altı yüz dinar bıraktığı hâlde benim hisseme yalnız bir dinar düştü” dedi. İmâm-ı Âzam (r.a.): “Mirası ilm-i ferâize kim uyguladı?” diye sordu. “Dâvud-ı Tâî (k.s.)” karşılığını alınca şöyle dedi: “Gerçekte senin hakkın da budur. Senin kardeşinin iki kızıyla bir zevcesinden başka annesi ve hemşiresi ve on iki adet erkek kardeşi kalmış değil midir?” Kadın: “Evet” deyince, “Bu hâlde, senin hissenin bir dinardan fazla olmasına imkân yoktur” dedi.
[Çünkü ölenin kızları, mirasın tamamının üçte ikisi olan dört yüz dinarı; annesi, altıda bir hissesi olan yüz dinarı; eşi, sekizde bir hissesi olan yetmiş beş dinarı aldıklarında geriye kalan yirmi beş dinar, “… erkeğe, iki dişinin hissesi kadar…” kuralına göre aralarında taksim edilince on iki erkek kardeşine ikişer dinar, kız kardeşine de bir dinar isabet edeceği apaçıktır. Bu münasebetle ferâiz ilminde buna “mesele-i dînâriyye” denilir.]
Bir gün İmâm-ı Âzam (r.a.), kadılık makamında bulunan İbn Ebî Leylâ’nın meclisine girdi. İbn Ebî Leylâ, hüküm ve kazâdaki mahâretini İmâm-ı Âzam (r.a.)’in görmesi için muhâkeme isteyenlere izin verdi.
O sırada bir kişi bir başkasını: “Bana, “Ey zina eden kadının çocuğu!” sözüyle iftira etti.” diye dava etti. Hâkim, davalı kimseye: “Sen ne diyorsun?” deyince, İmâm-ı Âzam (r.a.) söze karışıp şöyle dedi: Davalıdan cevap istemeye kalkıyorsun. Hâlbuki davanın gidişinden anlaşılıyor ki bu dava davacının annesine aittir. Acaba davacının annesi tarafından vekâleti sabit olmuş mudur?” İbn Ebî Leylâ: “Hayır, sabit olmamıştır” deyince, İmâm-ı Âzam (r.a.): “Öyle ise davacı bulunan zata önce sor bakalım, annesi hâlâ hayatta mıdır, değil midir?” dedi. Sorulup “Hayır, hayatta değildir” cevabını alınca dedi ki: “Öldüğüne dair açık delil ortaya koysun.” Açık delil ortaya konulunca, hâkim davalıdan cevap istedi. Ebû Hanîfe (r.a.) “Yine acele ediyorsun, acaba annesinin kendisinden başka vârisi yok mudur?” diye sordu. Soru sorulup “Yoktur” cevabı alınınca, açık delil ortaya koymasını istedi. Açık delil ortaya konunca hâkim yine davalıya: “Sen ne dersin?” dedi. İmâm-ı Âzam (r.a.): “Daha davacıya sorulacak şeyler vardır; acaba annesi hür müdür, cariye midir? Keza müslüman mıdır, gayri müslim midir?” diye sordu. Hür ve müslüman olduğu davacı tarafından ifade edilince, bu hususlarda da açık delil lâzım olduğunu söyledi. Bu hususlarda da açık delil getirildikten son- ra “İşte şimdi davalıdan cevap sormak zamanı geldi” dedi.
Tâbiînden İmâm-ı Katâde (rh.a.) Kûfe şehrine gelerek, “Helâl ve harama dair bana ne sorarsanız cevap vermeye hazırım.” diye ilan etti. Bu sırada Ebû Hanîfe (r.a.) henüz Hammâd’ın yanında ilim tahsil etmekte idi, şu meseleyi sordu: “Bir kimse birkaç sene karısından uzak kalsa, sonunda karısına ulaşan ölüm haberi kadına şüphe ifade edip bir başka erkekle evlendikten ve bir çocuk dünyaya getirdikten sonra ilk kocası ortaya çıkıp çocuğu kabul etmese (nefy-i veled), ikinci kocası ise neseb iddia etse, bunların ikisi de mi sözü edilen kadına zina iftirasında bulunmuş olur; yoksa yalnız çocuğu kabul etmeyen birinci koca mı zina iftirasında bulunmuş olur?” Bu meseleyi anlattıktan sonra, orada bulunanlara: “Eğer bu meselenin cevabını kendi reyiyle verirse, mutlaka hata eder; bir hadis rivâyetine kalkışacak olursa yalan söylemiş olur” dedi. Gerçekten de Katâde bu meselenin cevabını veremeyerek, böyle bir hâdisenin gerçekleşip gerçekleşmediğini sordu. “Hayır, gerçekleşmemiştir” denilince, “Henüz gerçekleşmemiş hâdisenin cevabını niçin soruyorsunuz?” dedi. Bunun üzerine İmâm Ebû Hanîfe (r.a.) şu cevabı verdi: “Âlimlerin şanı, belanın gerçekleşmesinden önce hazırlıklı olmaları ve olması düşünülen her hadisenin girişini çıkışını bilip gerektiğinde şaşırıp kalmamaktır.”
Sonra İmâm-ı Katâde (rh.a.): “Neyse, bunu bırakın da bana tefsirden sorun” dedi. İmâm-ı Âzam (r.a.): “Ki- tabın ilmine sahip olan biri: “Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm” dedi.” âyet-i kerîme- sinde zikredilen zat kimdir?” diye sordu. Katâde (rh.a.): “Süleymân (a.s.)’ın kâtibi Âsaf b. Berhıyâ’dır ki o değerli zat ism-i a‘zam’ı bilirmiş” dedi. Ebû Hanîfe (r.a.): “Acaba Süleymân (a.s.) da ism-i a‘zam’ı biliyor muydu?” diye sordu. Katâde (rh.a.): “Hayır, bilmezdi” dedi. Ebû Hanîfe (r.a.): “Bir peygamberin zamanında kendisinden daha bilgili bir zatın bulunması câiz midir?” diye sordu.
Katâde (rh.a.): “Hayır, ben sizinle tefsire dair de mübâhese etmeyeceğim; bana fıkıh âlimlerinin ihtilaf ettikleri şeyleri sorunuz!” dedi.
Ebû Hanîfe (r.a.): “Pekâlâ, siz kesinlikle mümin misiniz?” diye sordu. Katâde (rh.a.): “Ümidim böyledir”, yani inşâallah müminim demek istedi. Ebû Hanîfe (r.a.): “Niçin tereddütsüz demiyorsunuz?” dedi. Katâde (rh.a.): Cenâb-ı Hakk’ın “Âhiret gününde bağışlamasını umduğum O’dur.” anlamındaki âyetine uygun olması için” dedi. Ebû Hanîfe (r.a.): “Hazret-i İbrâhîm (a.s.) ile ilgili anlatılan diğer bir âyet-i kerîmeye uygun olarak kesin bir şekilde ifade etseniz daha iyi olmaz mı? “Rabbim ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster” dediğinde, “İnanmıyor musun?” deyince de “Evet, inandım; fakat kalbim iyice mutmain olsun (kansın),” demişti.”
Bunun üzerine Katâde (rh.a.) ders meclisinden kalkıp hiddetlenerek onlara bir daha hadis rivâyet etmeye- ceğine yemin etti. Şuûru bozuk bir kadını kızdıracak bir söz söyleyip de “Ey zinakâr anne babanın çocuğu!” şeklinde karşılık alan bir kişinin kadını dava etmesi üzerine, zamanın hâkimi İbn Ebî Leylâ, adı geçen kadına peşpeşe iki defa zina iftirası cezasını, hem de mescit içinde ayakta iken icrâ ettirmişti. Bunun üzerine Ebû Hanîfe (r.a.): “Bizim hâkim efendi, bu hususta altı yönden hata etmiştir:
1. Deli olan bir kadına şeriat cezası uygulanmaz;
2. Cezanın mescit içinde gerçekleştirilmesi uygun görülmez;
3. Kadına ayakta iken ceza uygulatmış, hâlbuki kadını oturtmak gerekir;
4. Bir kelime ile bin kişi bile zina ithamında bulunsa, cezanın artmasını gerektirmez. Hâkim ise ikillik (tesniye) sîgasına bakarak cezayı iki defa uygulatmış;
5. Bu dava, davacının anne babasına aittir. Hâlbuki onlar hazır olup davaya kalkışmadılar;
6. Cezanın tekrarı durumunda iki ceza arasında fâsıla bulunması gerekir” diye buyurdular.
Hâkim İbn Ebî Leylâ’nın bu husustaki hatasına İmâm-ı Âzam (r.a.)’in ikazda bulunması şikâyet sebebi olmuş; Kûfe valisinin emriyle bir müddet fetva vermekten menedilmiştir. Daha sonra Îsâ b. Mûsâ tarafından arz olunan meselelere verdiği cevaplar beğenilerek yeniden fetva makamına oturtulmuştur.
[İbn Hallikân (rh.a.), söz konusu suçları sayarken kadının deli (şuûrsuz) olması karşılığında hâkimin hükümet meclisinden henüz kalkmış olduğu sırada kadının sövüp saymasını işitir işitmez, hemen vazgeçmesini söylemiş ve hâkimin Kûfe emirine: “Burada Ebû Hanîfe (r.a.) isminde bir zat ortaya çıkıp beni hataya düştü diye itham ederek benim hükümlerimin aksine fetva veriyor, bu zatın menedilmesi gerekir.” diye şikâyet etmiş. Bunun üzerine vali tarafından İmâm-ı Âzam (r.a.) fetvadan menedilmiştir. Bu süreçte: “Kızı bir gün oruçlu iken, “dişlerim arasından çıkan kanı birkaç defa tükürdüm, artık tükrük kansız gelmeye başladı; acaba şimdi tükürmeyip yutuversem oruca zarar verir mi?” diye sormuş. İmâm-ı Âzam (r.a.) de: “Kızım ben fetva vermekten menedildim; kardeşin Hammâd’a sor” demişti. Ülü’l-emrin buyruğuna itaat etmek Allah (c.c.) katında büyük ibâdet olduğundan, gizli de olsa ülü’l-emre muhalefet etmeyerek cevap vermekten kaçınması, örnek menkıbelerinden sayılır.” diyerek İbn Hallikân (rh.a.) onu övmüştür. Ancak yukarıda da anlatıldığı gibi İmâm-ı Âzam (r.a.)’in Hammâd’dan başka evladı olmadığından, “Kızı tarafından bu şekildeki soru sorulmuştu.” demek doğru olamaz. Ancak süt emme yoluyla kızı ya da üvey kızı kasdedilmiş olabilir. Fakat Menâkıb-ı Şemsiyye’de anlatıldığına göre söz konusu soruyu soran oğlu Hammâd’dır. İmâm’ın cevap vermekten kaçınması üzerine: “Tenha bir yerde ifade etmene engel var mıdır?” dediğinde İmâm-ı Âzam (r.a.): “Bizler için tenhada ve açıklıkta olmak arasında fark yoktur. Ülü’l-emrin buyruğuna itaat etmek, gerçekte Allah (c.c.)’na itaat etmektir” demiştir.]
Dahhâk bir gün Ebû Hanîfe (r.a.)’e: “Hakemeyn olayını câiz gördüğünüzden dolayı tövbe etmelisiniz” dedi. İmâm-ı Âzam (r.a.): “Benimle münazara etmek ister misiniz?” dedi. Dahhâk: “Evet” deyince, İmâm-I Âzam (r.a.): “Ya biz ihtilaf edersek, aramızı kim bulacaktır?” dedi. Dahhâk: “İstediğiniz kimseyi hakem tayin edebilirsiniz” dedi. Ebû Hanîfe (r.a.), Dahhâk’ın arkadaşlarından birini hakem yaptıktan sonra: “Şimdi siz bu zatın hakem olduğuna razı oldunuz mu?” diye sordu. Dahhâk: “Evet, razı oldum!” deyince, “Öyle ise siz de hakemin birden fazla olmasını kabul etmiş oldunuz” dedi.
İmâm-ı Âzam (r.a.) bir gün İmâm-ı Atâ’ya “Çoluk çocuğunu o kadarıyla birlikte kendisine verdik.” âye- tinin tefsirini sordu. Atâ da “Cenâb-ı Hak sıhhat verdikten sonra Hazret-i Eyyûb (a.s.)’a aile ve evladını ve onların bir katını ihsan buyurmuştur” diye cevap verdi. Bunun üzerine İmâm-ı Âzam (r.a.): “Yüce bir Nebî’ye kendi sulbünden olmayan evladı vermek olur mu?” diye sordu. Atâ Hazretleri: “Allah sana âfiyet versin, bunun hakkında bir şey işittin mi?” deyince, “Evet, Cenâb-ı Hak Hazret-i Eyyûb (a.s.)’a ehlini ve kendi sulbünden evlatlarını ihsan buyurduktan sonra, helâk olan evladının mükâfatını dahi ihsan buyurmuştur” diyerek cevap verdi. Atâ hazretleri de bu tefsiri beğendi.
Uyarı: Hazret-i Atâ’nın rivâyet ettiği tefsirdeki “Çocuklarının bir katını daha ihsan buyurmuşlar” sözünü, hakkında “Bir de elinle bir tutam (bitki) al, onunla vur, andını bozma!” anlamında âyet nâzil olan şef- katli eşleri Rahime’nin de gençlik hâlini iade ettikten sonra ondan doğan çocuklarına hamletmeye bir engel yoktur. Belki yüce Kur’ân’dan anlaşılacak olan anlam da budur.
[Bu durumda, “Hazret-i Eyyûb (a.s.)’a kendi sulbünden olmayan birtakım çocuk verilmesi lâzım gelir ki nimet vermek makamında zikredilmesi uygun değildir” şeklinde dile getirilen kapalılık ortaya çıkmaz. Özellikle insanın çocuklarının sulbünden ortaya çıkan çocukların, ki torunlardır, nimet vermek makamında sayılmaya değer bir İlâhî ihsan olduğunda şüphe yoktur. Onun için müfessirlerin çoğu, “Cenâb-ı Hak Hazret-i Eyyûb (a.s.)’ın üzerine bina yıkılarak ölen çocuğunu ihyâ buyurduğu gibi, onların sayısınca kendi sulbünden ya da o çocuklarının sulbünden doğan erkek ve kız çocukları ihsan buyurdu” derler. Merhum müellif bu bölümün sonunda, “Menakıb kitaplarındaki hikâyelerin bir kısmını, uydurma veya doğrulanamamış bulduğumuzdan terke mecbur olduk” diyecektir. Bu durumda bu hikâyeyi de terk etmiş olsaydı, isabet etmiş olurdu.]
Bir adam İmâm-ı Âzam (r.a.)’e şunu sordu: “İlk önce ben, eşim benimle konuşuncaya kadar onunla konuş- mamaya yemin ettim. Ardından eşim de ilk olarak ben söz söylemedikçe benimle konuşmamaya yemin etti.” İmâm-ı Âzam (r.a.): “Herhangi bir sakıncası yok. Hemen birbirinizle konuşmaya bakın. Her ikiniz de yemininizi bozmuş olmazsınız” dedi. Süfyân es-Sevrî (rh.a.) bu cevabı haber alınca kızarak İmâm-ı Âzam (r.a.)’in huzuruna geldi ve “Cinsî ilişkinin mübah olmasına yol açacak bu cevabı nereden çıkardınız?” diye itiraza kalktı. İmâm-ı Âzam (r.a.) şöyle söyledi: “Mademki kocanın yemininden sonra hanımı yemin cümlesi ile kendisine karşılık vermiş, kocanın yemini yerini bulmuş ve sâkıt olmuştur. Bundan sonra koca konuşunca zevcesinin yemini de sâkıt olmuş olur. Bu durumda hiçbir şey lâzım gelmez.” Bunun üzerine Hazret-i Süfyân: “İlim konusunda size keşfolunan dereceden bizler hep gafiliz” diyerek İmâm-ı Âzam (r.a.)’in ilmî üstünlüğünü itiraf etti.
Abdullah b. Mübârek (rh.a.), İmâm-ı Âzam (r.a.)’e şöyle bir soru sordu: “Et pişirilen tencereye bir kuş düşüp ölse, ne lâzım gelir?” İmâm-ı Âzam (r.a.) talebelerine hitaben: “Bu meselenin cevabını siz nasıl bilirsiniz?” diye sordu. Dediler ki: “İbn Abbas (r.a.)’dan rivâyet olunduğu üzere etin suyu dökülür; fakat etin kendisi yıkandıktan sonra yenilir.” İmâm-ı Âzam (r.a.): “Evet. Düşme, tencere kaynamadan önce gerçekleştiyse böy- le olması gerekir. Ancak kaynarken vuku bulmuşsa etin dahi atılması gerekir.” Abdullah (rh.a.): “Acaba niçin?” deyince şöyle cevap verdi: “Kaynar hâlde iken düşerse kuşun pisliği etin içine nüfuz eder, bu sebeple artık temizlenmesi mümkün olmaz.” [Tavuk türünden olan hayvanların kesilip içi temizlenmeden önce tüylerinin yolunması için kaynar suyun içine bırakılması da böyledir.] Ebû Hanîfe (r.a.)’in talebeleri bu açıklamaya karşı diyecek bir söz bulamadılar.
Birisi, gömmüş olduğu bir malın yerini unutup İmâm-ı Âzam (r.a.)’e danıştı. Şöyle dedi: “Bu husus fıkha dair bir mesele değildir ki sana yol göstereyim. Fakat git, bu gece sabaha kadar namaz kıl. Elbette hatırlarsın.” O kişi namaza başladı. Daha gecenin bir çeyreği olmadan gömdüğü yer hatırına geldi. İmâm-ı Âzam (r.a.)’e durum aktarılınca: “Ben bildim; şeytan seni bir gece sabaha kadar namaz kılmaya bırakmaz. Fakat sen hatırlayınca, Allah (c.c.)’na şükür için namazı terk etmemeliydin” dedi.
Birisi adamın birine bir şey emânet ettiğini, ancak onun bunu inkâr ettiğini söyleyince: “Sakın o kişinin inkâr ettiğini kimseye söyleme, ben bir defa onu çağırtayım” dedi. Anılan şahıs, huzuruna gelince: “Kadılık makamına lâyık ve muktedir birisinin seçilmesini benim yapmamı bekliyorlar. Sen rağbet eder misin?” diye sordu. Adam biraz nazlandıysa da gördüğü teşvik üzerine arzusunu gizleyemedi. El altından İmâm-ı Âzam (r.a.), emânet bırakan adama: “Şimdi gidip o zatı gör ve ona: “Zannedersem siz unutmuş olmalısınız; yoksa sizin gibi herkesin güvenini kazanmış zatlardan hiyânet ve gadr sâdır olur mu? Benim emânetimde şöyle bir alâmet de vardı” şeklinde sözler söyle” diye emretti. Emânetçi, o kişiyle görüşüp bunları söyledi. Adam: “Evet, ben zaten siz gidince hatırladım. Al kardeşim, al işte emânetin. Nasıl olduysa ilk istediğinde bir zihin dalgınlığıma tesadüf etti. İnsan hâli acayip!” diyerek emâneti eksiksiz olarak sahibine geri verdi. Sonra söz konusu makama yerleştirilmesini rica maksadıyla İmâm-ı Âzam (r.a.)’a müracaat etti. İmâm-ı Âzam (r.a.) de: “Ben senin değerini iyice bildim. Şimdilik senin ismini söylemeyeceğim. Bakalım belki daha yüksek ve sana münasip bir makam ortaya çıkar” dedi.
Bir kimsenin evine hırsızlar girip, mal ve eşyasını aldıktan sonra, kimseye söylemeyeceğine üç talâkla yemin verdirdiler. Ertesi gün eşyanın satılığa çıkarıldığını gözüyle gördüğü hâlde sesini çıkaramadı. Varıp İmâm-I Âzam (r.a.)’den fetva istedi. Şu tavsiyeyi aldı: “Köyün reisinin emriyle bütün ahali bir yere toplansın. Sonra, birer birer çıkacakları kapının yanında sen durursun. Her geçen şahıs hakkında: “Senin hırsızın bu mudur?” diye sana sorsunlar. Sıra hırsızlara geldiği zaman susmayı tercih edersin. Böylece hem yemininde durmuş olursun hem de istenilen elde edilmiş olur.”
Müezzinlerin kamet etmeden önce öksürüyor gibi hafif ses çıkarmalarının sebebini soran zata, “Evet, ka- mete hazırlandıklarını duyurmak için olmalıdır” cevabını verdi. Hatta Hazret-i Ali (k.v.)’den, “Hâne-i Saâdet’e gittiği zaman Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’e namazda tesadüf ettiğinde öksürür gibi yaparak kendisine izin verdiği rivâyet edilmiştir.”
Bir kimse nikâhını duyurmadan evlendiği eşini inkâr edip doğurmuş olduğu çocuğu kabul etmeyince kadın, hâkim İbn Ebî Leylâ (rh.a.)’e müracaat etti. Hâkim, sağlam delil istedi. Kadın: “Velimiz Allah (c.c.), şahitlerimiz de melekler olmak üzere nikâh eylemiştir” dedi. Hâkim kadını kovunca, Ebû Hanîfe (r.a.)’a müracaat etti. Ebû Hanîfe (r.a.): “Şimdi sen hâkim efendiye git ve ona kocanı çağırtmasını ve ortaya delil koyacağını söyle. Kocan geldiği zaman ona: “Ben senin eşin değilsem, veli ile şahitleri inkâr etmiş olur musun?” de.” Kocası bu inkâra cesaret edemeyip nikâhı kabul etti, hâkim de mihri onun üzerine yükleyip çocuğun da ondan olduğuna hükmetti.
Uyarı: Bundan sözü edilen nikâh, velisiz ve şahitsiz icra edildiği hâlde Ebû Hanîfe (r.a.)’in doğru bulduğu hükmü çıkarılmamalıdır. Belki söz konusu nikâh, ne durumda olduğu bilinmeyen şahitlerle gizlice gerçek- leştirilmiş olduğundan kadın, isbatına muktedir olamamış, öyle demeye mecbur kalmıştı. İmâm-ı Âzam (r.a.), kadının doğru ve erkeğin de Allah (c.c.) korkusu sahibi bir mümin olması hâlinde işin gerçeğinin orta- ya çıkmasına sebep olacak yolu açıklamıştır. Gerçek de İmâm-ı Âzam (r.a.)’in kalbine geldiği gibi ortaya çıkmıştır.
Bir kimse tarafından kendilerine yapılan vasiyyetin delilini dinleyip bunun doğruluğuna hükmetmesini Kadı Abdullah b. Şübrüme’den istediler. Kadı, delili dinledikten sonra şahitlerin doğru şahitlik yaptığına dair kendisine vasiyyet edilmiş olan İmâm-ı Âzam (r.a.)’a yemin ettirmek istedi. İmâm-ı Âzam (r.a.): “Ben vasiyet esnasında yoktum, bana yemin düşmez” dedi. Kadı: “Senin kıyas ve itibar ettiğin konular şimdi senden kayboldu.” Yani “Sen bununla ilgili olarak kıyas edecek bir şey bulamazsın” demek istedi. Bunun üzerine İmâm-I Âzam (r.a.) onu susturmak için: “Bir âmânın, başını yaran kimseyi belirlemek hususunda şahâdet eden şahitlerin bihakkın şahâdet ettiklerine dair yemin etmesi gerekli midir?” diye sordu. Bunun üzerine kadı müdâfaadan âciz kalıp söz konusu vasiyetin doğruluğuna hükmetti.
[Bilindiği gibi kendisine bir şey vasiyet edilen kimse, vasiyet sırasında hazır dahi olsa, mezhebimizde yemin etmesi gerekmez. Fakat her hâkim kendi mezhebine göre hükmeder. İmâm-ı Âzam (r.a.) ise konuyu dallandırıp budaklandırmaya gerek görmeyerek yalnız kendisinin bulunmadığı bir durumda gerçekleşmiş olan vasiyet hususunda, söz konusu hâkimin mezhebini tashih etmekle yetinmiştir.]
Yahyâ b. Saîd, Kûfe Kadısı olduğu sırada, Kûfe halkının İmâm-ı Âzam (r.a.)’in mezhebini benimsemiş olduklarını görüp garipsedi. İmâm-ı Âzam (r.a.) münazara için İmâm Ebû Yûsuf (rh.a.) ile İmâm-ı Züfer (rh.a.)’i bu kadıya gönderdi. “İki kimse arasında müşterek bulunan köleyi birisi âzat etse câiz olur mu?” diye sordular. Kadı: “Hayır, câiz değildir. Çünkü ortağına zarar vermiş olur. Bu ise yasaklanmıştır” dedi. “Bu şekilde diğeri de âzat etse ne olur?” diye sordular. Kadı: “Diğerinin âzat etmesi câizdir” dedi. Her ikisi de: “Bu sözünüzle tenâkuza düşmüş oldunuz. Mademki birincisinin âzat etmesi geçersizmiş, ikincisinin âzat etmesi de henüz köle olan şahıs için olduğuna göre, bu nasıl geçerli olabilir?” dediler. Bunun üzerine kadı susup yenilgiyi kabul etti.
Leys b. Sa‘d (rh.a.) şöyle der: “Ben Ebû Hanîfe (r.a.) ile ilgili güzel sözler işitirdim. Fakat kendisini görmek nasip olmamıştı. Bir defa Mekke-i Mükerreme’de tesadüf ettim. Halk, bir kişinin başına toplanıp: “Ey Ebû Hanîfe!” diye sesleniyorlardı. Onun olduğunu tahmin ettim. Herkes meselelerini arz ettiği sırada birisi yanına varıp: “Ey İmâm! Oldukça servet sahibi isem de, çok mal harcayarak oğluma nikâhladığım kızları, oğlum beğenmeyerek boşuyor. Bu yüzden servetim ve malım azalmakta. Benim için bir çare söylemenizi istirham ederim” dedi. İmâm-ı Âzam (r.a.) şu cevabı verdi: “Beğendiği cariyeleri satın alıp nikâhla. Boşarsa malın olarak kalır; âzat ederse bu geçerli olmaz.”
Leys b. Sa‘d (rh.a.) der ki: “Vallahi verdiği cevabı ne kadar beğendimse, cevaplarınının süratine de o kadar hayran oldum.”
Hanımının nikâhına şüphe düşen bir şahıs, Şüreyk (rh.a.)’e müracaat eder. Şüreyk (rh.a.), şüpheden kur- tulması için eşini açıkça boşayıp daha sonra ona yeniden geri dönmesini söyler. Süfyân es-Sevrî (rh.a.)’e danıştığında: “Eğer boşamışsam geri döndüm, dersen, bir şey lâzım gelmez” dedi. Aynı meseleyi İmâm-ı Züfer (rh.a.)’e sorduğunda, “Hayır, bir şeye hâcet yoktur. Talâkın gerçekleştiğini yakînen bilmedikçe söz konusu kadın senin eşindir” dedi.
Ebû Hanîfe (r.a.)’e bu cevaplar aktarılınca şöyle dedi: “Sevrî, ihtiyat ve takvâ yönünü göstermiş; Züfer de fıkha uygun olanı söylemiş; Şüreyk’in verdiği cevap ise, “Acaba elbiseme idrar isabet etti mi, bilmem?” diyen kimseye cevap olarak, “Elbisene önce işeyip daha sonra yıka!” diyen kimsenin cevabına benzer.”
Uyarı: Adı geçen imamlara göre gerçekte ihtilaf yoktur. Yani bir kimse talâkın gerçekleşip gerçekleşmediği hususunda şüphe etse, “icmâ-i ümmet”e göre talâk gerçekleşmez. Ancak onlar evlâ olanı araştırıyorlar. Şüreyk (rh.a.) talâkın gerçekleşmiş olmasından sonra talâktan geri dönmeyi (ricati) seçti; çünkü bu durum- da geri dönüşün sıhhatinde hilâf yoktur. Ancak talâkın gerçekleşmiş olmasını farz ederek geri dönmek, bazı imamlara göre sahih değildir. Süfyân (rh.a.) talâkın gerçekleşmesine bağlanan geri dönüşün sıhhatini gerekli görüp aksini göz önünde bulundurmadı. Onun için önceden talâkın gerçekleşmesine lüzum görmedi. İmâm-ı Züfer (rh.a.) ise bunların hiçbirine önem vermediğini ortaya koyarak şer‘î hükmün esası olan talâkın gerçekleşmemiş olduğuna hükmetti.
Halîfe Mansûr’un hâcibi Rebî‘, İmâm-ı Âzam (r.a.)’e düşmanlık beslemekte idi. Mansûr’un nazarında İmâm-ı Âzam (r.a.)’i itham etmek niyetiyle bir gün şöyle söyledi: “Ebû Hanîfe (r.a.) yüce ceddiniz Abdullah b. Abbas (r.a.)’ya muhalif olarak yeminlerde istisnanın (inşâallah sözünün) beraber söylenmesini şart kılıyor.” İmâm-ı Âzam (r.a.) buna şu cevabı verdi: “Ey müminlerin emiri! Bu Rebî‘ kulunuz, askerinizin boyunlarında bulunan biatinizin hiçbir hükmü olmadığını, onların hepsinin biat sırasında ettikleri yeminleri bozmak için evlerine döndüklerinde “inşâallah” demek yetkisine sahip olduklarını zannediyor.”
Mansûr kahkaha atıp “Sakın ey Rebî‘, bir daha Ebû Hanîfe (r.a.)’a saldırma!” dedi. Mansûr’un yanından çıktıktan sonra Rebî‘, İmâm-ı Âzam (r.a.)’a: “Siz beni katlettirmek istediniz” dedi. İmâm-ı Âzam (r.a.): “Hayır, belki sen benim katlimi istedin; fakat ben ikimizi de kurtardım” cevabını verdi.
[Dürer ve Gurer’in “Kitâbü’l-Îmân” bölümünde yukarıdaki hikâye aktarılmış, fakat Mansûr’un huzurunda İmâm-ı Âzam (r.a.)’a itiraz eden kimse Rebî‘ değil; el-Megâzî’nin yazarı Muhammed b. İshâk (rh.a.) gösterilmiştir. Fıkıh kitaplarının tamamında bu hususa dair aktarılan “Kim bir hususta yemin edip “inşâAllah” derse, istisna yapmış olur. İstisna eden kimse yeminini bozmamıştır; ona kefaret de gerekmez” hadisi ittisâl sûretine tahsis edilmiştir. Yani her kim eşine talâk verirse veya bir fiil veya terke dair yemin eder de ardından “inşâAllah” kaydını ilâve ederse, boşama veya yemin hükümsüz kalır. Ancak meclisin değişmesinden sonra “inşâAllah” demek bizâtihi dönüş olduğu için, yeminler konusunda ise dönüş sahih olmadığından söz konusu “inşâAllah” demenin faydası olmadığında, önde gelen fakihlerimiz görüş birliğine varmışlardır. Gerçekte “inşâAllah” terkîbi yeminden ayrı olduğu takdirde muteber olsa şer‘î akidlerin hiçbirisinin geçerli olmaması ve üç talâkın gerçekleşmesiyle tahlîl-i şer‘îye ihtiyaç kalmaması gerekir. Çünkü pişmanlık anında “inşâAllah” demek, güç bir şey değildir. Lâzım hâle gelmiş olan şeylerin ise butlânını açıklamaya gerek yoktur. Onun için İbn Abbas (r.a.)’nın altı aya kadar “inşâAllah” demenin cevazına dair nakledilen söz kesinlikle uygulanmamış ve delil gösterdiği “İnşâallah demedikçe hiçbir şey için “Bunu yarın yapacağım” deme. Bunu unuttuğun takdirde Allah’ı an” âyetinden çeşitli cevaplar veril- miştir. Bu konuda Kehf sûresinde bulunan söz konusu âyetin tefsirine müracaat edilebilir.]
İmâm-ı Âzam (r.a.)’in düşmanlarından biri, “Bugün ben Ebû Hanîfe (r.a.)’i katlettiririm” diyerek Halife Mansûr’un huzurunda İmâm-ı Âzam (r.a.)’a: “Müminlerin Emiri bizden birimizi çağırıp ‘Şunun bunun boynunu vurunuz!’ diye emir veriyor. Acaba bizim böyle bir emrin gerçek sebebini bilmediğimiz hâlde gereğini yerine getirmemiz câiz midir?” diye sordu.
Ebû Hanîfe (r.a.), ilk önce “Müminlerin Emiri’nin verdiği emir hak mıdır, bâtıl mıdır?” diye sordu. Karşıdaki: “Hakdır” deyince, “Sen nerede bulunsan hakkı icrâ et, kimseye de sorma!” diyerek onu susturdu ve ardından: “Falan kimse beni bağlayıp ayağıma köstek vurmak istedi, ben de soruyu ters çevirerek onu hiçbir şey söyleyemeyecek hâle getirdim” dedi.
İmâm-ı Âzam (r.a.)’in komşularından birinin tavus kuşu çalınmıştı. Şikâyet için gelindiğinde ona bu durumu yaymamasını söyledi ve mahallenin mescidine gitti. Halkın tamamı toplanınca: “Ey, komşunun tavus kuşunu çalan kimse! Kuşun tüyleri başında olduğu hâlde mescide gelmeye hayâ etmiyor musun?” dedi. O anda bir şahıs eliyle başını yoklayınca ona: “Komşunun tavus kuşunu ver!” diye emretti. Gerçekten hırsızlık işi o adamdan çıktığından tavusu sahibine iade etti.
İmâm-ı A‘meş (r.a.) sinirli bir mizaca sahip olduğundan, her nasılsa bir gün eşini boşayacağına şu şekilde yemin etmiş: “Eğer un zahîresinin tükendiğini kendisine sözle ve kalemle, bizzat veya birisi vasıtasıyla, açıkça veya ima ile bildirirse boş olsun.” Bu duruma eşi şaşırıp kalmıştı. Kendisine, Ebû Hanîfe (r.a.)’a müracaat ederse bir çıkar yol bulacağı söylendi. Görüşüp olayı anlatınca İmâm-ı Âzam (r.a.) şöyle dedi: “Çok iyi! Sen de şu saydığın şeylerin hiçbirini yapma. Fakat un tükenince kocan uyurken çuvalı giysisinin ucuna iliştiriver, bir şey gerekmez.” [A‘meş (r.a.)’in sözünü ettiği şeyler hep sözle bildirilen şeyler grubundan olduğu için fiilî olarak durumu açıklamayı kapsamaz.] A‘meş (r.a.) bir sabah uykudan kalkıp da boş çuvalın arkasından geldiğini görünce durumun gerçekliğini anlayıp: “Vallahi bu hile Ebû Hanîfe’dendir. O hayatta iken bize rahat yoktur. Anlayışlarımızın kıtlığını kadınlara da göstererek bizleri rezil rüsvâ ediyor” demiştir
İmâm-ı Âzam (r.a.)’in zamanında bir kimse eşiyle ramazan günü cinsî ilişkide bulunacağına dair yemin edince insanlar hayrette kaldılar. Durum İmâm-ı Âzam (r.a.)’e bildirilince hiç beklemeden: “Eşiyle birlikte yolculuk edip yolculuk sırasında ilişkide bulunabilir” dedi.
Birisi peygamberlik iddiasında bulunup, müsaade ederseniz yarın size mûcizemi gösteririm dedi. İmâm-ı Âzam (r.a.) şöyle dedi: “Her kim bundan mûcize taleb ederse kâfir olur. Çünkü “Lâ nebiyye ba‘dî” hadisini yalanlamış olur.”
İmâm-ı Âzam (r.a.), oğlu Hammâd’ın annesi üzerine bir başka kadın aldığında, Hammâd’ın annesi: “Eğer bunu üç talâkla boşamazsan seninle konuşmam” der. Bunun üzerine İmâm-ı Âzam (r.a.)’in isteği doğrul- tusunda yeni hanımı bir yabancı gibi güya bir mesele sormak üzere eski hanımı ile birlikte bulundukları eve gelir. Ebû Hanîfe (r.a.): “Bu evin dışında ne kadar nikâhlım varsa hepsini üç talâkla boşadım” der. Bunu işiten Hammâd’ın annesi: “Şimdi sizden razı oldum, bundan sonra itiraz edecek bir husus kalmadı” der. Yeni nikâhlamış olduğu hanımı da orada bulunduğu için onun nikâhına da bir zarar gelmemiş olur.
Bir Râfizî, Ebû Hanîfe (r.a.)’e “Acaba insanların en şiddetli ve en kuvvetlisi kimdir?” diye sormuştu. O, şöyle cevap verdi: “Bizim görüşümüze göre Hazret-i Ali (k.v.)’dir. Çünkü hilâfet Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)’ın hakkı olduğunu bildiği için nefsini zabtedip tartışma çıkarmadı. Ancak size göre insanların en kuvvetlisi, Ebû Bekir (r.a.)’dir. Çünkü, “Hakkı olmadığı hâlde hilâfeti Hazreti Ali (k.v.)’den kurtardı.” diyorsunuz. Bundan büyük kuvvet mi olur?” Râfizî bu cevap karşısında şaşırıp kaldı.
İmâm-ı Âzam (r.a.)’e şöyle bir soru sorulmuştu: Bir kimse hanımına, “Önce bugün cünüplükten gusül edersen, ikincisi bugün bir vakit namazını terk edersen, üçüncü olarak yine bugün benimle ilişkide bulun- mazsan üç talâk ile boş ol!” dese ne yapması gerekir? O, hemen şu cevabı verdi: “İkindi namazını kıldıktan sonra ilişkide bulunur; akşam namazından sonra gusül ederek akşam ve yatsı namazlarını kılarsa talâk gerçekleşmiş olmaz.”
Bir kimse merdiven üstünde bulunan eşine: “Eğer çıkarsan veya inersen boş ol!” dediğine pişman olur. “Talâkın gerçekleşmemesi için hîle-i şer‘iyye nedir?” diye İmâm-ı Âzam (r.a.)’a sorduğunda şu cevabı verir: “Eğer mümkünse merdiven ile birlikte yere konur ya da birisi kucağına alarak indirebilir.” Aynı şekilde elinde su bardağı bulunan eşine: “Eğer o suyu içersen veya dökersen, yere bırakırsan ya da bir kişiye verirsen boş olasın” diyen bir kişi için kurtuluş yolu var mıdır? diye sorulunca: “Evet, bardağın içine bez parçası koyarak suyu sordurur” diye cevap verir.
Yumurta yemeyeceğine yemin eden kimse, sonradan “Falan kimsenin koltuğunun altında bulunan şeyi yiyeceğine dair” yemin etse, o kimsenin koltuğunun altındaki şey de yumurta olsa ne yapabilir? diye soru- lunca: “O yumurtaya nişan koyarak yumurtayı kuluçka olan bir tavuğun altına bırakır, sonra o yumurtadan çıkan pilici büyüdükten sonra pişirerek veya suda kaynatıp da suyuyla beraber yer” demiştir.
Uyarı: Bizim mezhebimizde (Şâfiî) bu kimsenin hakkında hîle-i şer‘iyye olarak yapacağı şey, yumurtayı bir şeyle karıştırarak, saffetini giderip (meselâ, nâtıfa katarak) yemektir. Bu durumda belirtilen şey yenmiş oluyor. Fakat yumurta yok edildiği için örfen yumurtanın yenmesi söz konusu olmadığından yemin bozulmuş olmaz.
[İnsanlara hilelerin öğretilmesi dinen doğru olmayıp belki müftî-i mâcin (hilekâr müftî) tâbir edilen bu tür kimseler bütün mezheplerce cezalandırılır. Bu durumda “İmâm-ı Âzam (r.a.)’dan bu şekilde nakledilen olay- lara doğrudur diye bakmak nasıl câiz olabilir?” diye bir soru sorulacak olursa, cevap olarak şunu söyleyebiliriz: Mutlak olarak şer‘î hileleri öğretmek meşrû değildir, denemez. Müftî-i mâcin ünvânı, şer‘î hileleri açıklayan her kimse için doğru olmaz. Çünkü insanın, düşmanının tezvîrine karşı haklarını koruyup ortaya çıkacak zarardan korunması için, kendisine çıkış ve kurtuluş yolu araması ve fıkıh ilminde meleke kazanan akıl ve anlayış sahiplerinin bu çeşit insanlara çare olması câiz, belki de gereklidir.
Müftî-i mâcin, bâtılın değerini artırıp hakkı yok ederek insanları zarara sokmak için hile arayan ve yalan söyleyenlere denir. et-Tâtârhâniyye’de bildirildiğine göre, “Haramdan kurtulmak ve helâle tevessül için ortaya konan hile ve çıkış yollarını bulmak, Hanefî âlimlere göre ittifakla iyi bir iştir.” Bu iddia için birçok delil ortaya konulmuştur. Sâd sûresindeki: “Eline bir demet sap al da onunla vur, yeminini böyle yerine getir.” âyet-i kerîmesi bunlardan birisidir.
Hazret-i Eyyûb (a.s.)’ın hastalığı esnasında eşi Rahme’ye müfessirlerin belirttikleri birçok sebebin birinden dolayı canı sıkılıp: “Eğer âfiyet bulursam sana yüz defa vurayım” diye nezretmiş bulunduğu için, Hazret-i Eyyûb (a.s.)’a âfiyet ihsan buyurulduğu sırada kendisine son derece doğruluk ve ihlasla uzun süre hizmetlerinde bulunmuş olan eşine İlâhî bir hafîfletme ve kolaylık olsun diye, “Ey Eyyûb! Eline yüz adet çöpten oluşan bir tutam ot al da, onunla hanımına vur; yeminini yerine getir!” anlamında İlâhî bir hitap geldi. Beydâvî ve diğer büyük müfessirlerin açıkça ifadelerine göre bu İlâhî ruhsat, şer‘î hadler yeminler ve nezirle ilgili olarak, bizim dinimizde de geçerlidir. “Allah (c.c.) ve Resûlü (s.a.v.) reddedmeksizin anlattıkları takdirde bize kadar gelmiş olan geçmiş ümmetlerin yolu, bizim için de uyulacak yoldur.”
Doğuştan özürlü bir kimseye şer‘î cezayı uygulamak gerektiğinde bu cezanın ne şekilde uygulanacağı Peygamberimiz (s.a.v.)’e sorulduğunda: “Yüz çöpten oluşan bir hurma salkımı alınız da onunla vurunuz” buyurmuştur.
Fıkıh kitaplarında da şu açıklamalar vardır: Meselâ, kölesine yüz defa vurmaya yemin eden kimsenin, böy- le kolay bir yol seçerek yeminini yerine getirmesi câizdir. Ancak vurulacak âletin vurulan bedene tamamen temas etmesi ve bir miktar acı vermesi şarttır. Çünkü yeminlerin dayanağı, örfî mânalardır. Kur’ân lafızları- nın yüce anlamına tam olarak uygunluk şart değildir. “Darb” lafzının örfî mânası ise, mutlak olarak bir şekilde bir kimseye acı vermektir. Bundan dolayı hanımına vurmamaya yemin eden kimse, kızgınlık hâlinde kadının saçını çekmesi ve bir yerini çimdiklemesi veya ısırması ve boğazını sıkması ile de yeminini bozmuş olur.
Yûsuf sûresinde yer alan “… İşte biz Yûsuf ’a böyle bir hile öğrettik, yoksa kralın kanununa göre kardeşini tutamayacaktı…” âyet-i kerîmesinin tefsirine bakıldığında bu konuyla ilgili olarak birçok faydalı bilgi edinilir. Buna benzer birtakım hadisler de vardır.
Şimdi işin gerçeği böyle iken ramazan orucuna hanımının talâkını ilişkilendiren kimseden oruç tutsa talâk gerçekleşeceğinden, yolculuk sebebiyle oruç tutmamaya dinen izin verildiğini gizlemek câiz olur mu?
Aynı şekilde oruç keffâretine başlayan kimse, henüz iki ayı tamamlamadan ramazan ayı giriyorsa, devam eden orucun kesilerek yeniden başlanmaması için yolculuk yaparak ramazanda da kefârete niyyet ederek dinî ruhsattan istifâde etmesinden dolayı sorgulanır mı?
Ancak zekâtın düşürülmesi için “havelânü’l-havl” gerçekleşeceği sırada nisâbın birkaç dirhemini sadaka olarak vermek ya da tamamen küçük oğluna hibe etmek, sahih kavle göre câiz değildir. Zira bu hareket zekâtın hikmet ve meşrûiyyet sebebine zıt bir durumdur.
Tenvîrü’l-Ebsâr’da şu bilgi yer alır: Hakk-ı şüf‘ayı (temellük hakkını) düşürmek için el-Eşbâh ve’n-Nezâir’de açıklanan üç hilenin cevazına dair olan İmâm Ebû Yûsuf (rh.a.) kavliyle fetva veriliyorsa da, zekât meselesinde ancak İmâm-ı Muhammed (rh.a.)’in kavliyle fetva verilip miskinlerin hakları heder edilmez. Aynı şekilde bey‘u’l-îne yani devr-i şer‘î, ribâdan kurtulmak için ihdas olunmuş bir çeşit alış veriştir ki gerçekte bu yolla haramdan kurtuluş gerçekleşir. Ancak sadaka vermekten daha faziletli olan karz-ı haseni ihlal ettiğinden harama yakın mekruhtur.
Sonuç olarak şer‘î hilelerin bazısı câiz; bazısı câiz değildir. Her hâlde el-Eşbâh ve’n-Nezâir’in “Kitâbü’l-Hiyel” kısmına müracaat edenler, fıkhın üstünlüklerinden haberdar olup çok faydalanır ve hîle-i şer‘iyyenin birçok kısımlarını gerektiği gibi fark ederler.]
Arkaları birbirine bitişik iki çocuk dünyaya gelip birisi ölünce ikisinin de birlikte defnedilmesinin gerekliliği görüşünde olan Kûfe âlimlerinin aksine İmâm-ı Âzam (r.a.) şöyle der: “Sâdece ölen gömülüp diri olan kabrin dışında bırakılarak gözetilirse, kısa süre içinde toprağın tesiriyle ayrılma gerçekleşir.” Bu şekilde yaptıklarında gerçekten canlı olan, diğerinden ayrılarak yaşamış ve “Ebû Hanîfe’nin âzatlısı” diye anılmıştır.
İmâm-ı Âzam (r.a.), Hz. Hüseyin (r.a.)’in torunu Muhammed Bâkır (r.a.) ile Medîne-i Münevvere’de karşılaştıkları zaman: “Sen ceddim Resûllullah (s.a.v.)’in hadîs-i şerîflerine kıyas ile muhalefet ediyormuşsun” demiş. İmâm-ı Âzam (r.a.) da: “Hayır efendim! Allah (c.c.) korusun, bunu hiçbir zaman kabul edemem. Oturunuz da anlatayım. Ceddiniz (s.a.v.) hürmetine hepimiz sizlere saygı göstermeye mecburuz.” Muhammed Bâkır (r.a.) oturunca, İmâm-ı Âzam (r.a.) de karşısında diz çöküp oturarak şöyle demiştir:
“Acaba erkekler mi daha zayıftır, kadınlar mı?” “Kadınlar” cevabını alınca:
“Mirasta hangisinin payı fazladır?” diye sordu.
“Erkeklerin” deyince:
“İşte ben, eğer kıyas ile hükmetmiş olsaydım, kadınların payını artırırdım” dedi. Daha sonra:
“Namaz mı daha faziletlidir, oruç mu?” diye sordu.
“Namaz daha faziletlidir” deyince:
“Eğer ben re’y ile hükmetsem, hayızlı kadınlara namazı kaza etmeyi emrederdim, orucu değil” diye karşılık verdi. Sonra dedi ki:
“Bevl mi daha pistir, yoksa meni mi?” Muhammed
Bâkır (r.a.):
“Bevl daha pistir” deyince İmâm-ı Âzam (r.a.) şöyle dedi:
“Eğer ben re’ye uyanlardan olsaydım, meni sebebiyle değil; bevl sebebiyle guslü gerekli kılardım. Ben hadîs-i şeriflere aykırı görüş belirtmekten Allah (c.c.)’na sığınırım. Gayem Hazret-i Peygamber (s.a.v.)’in sözlerine hizmet etmektir.”
Bunun üzerine Muhammed Bâkır (r.a.) yerinden kalkıp İmâm-ı Âzam (r.a.)’in mübarek yüzünü öptü.
Bir yabancı son derece güzel eşiyle birlikte Kûfe şehrine gelip yerleşir. Kûfe ahalisinden birisi, eşine alâka göstererek kadını iğfâl eder. Zavallı koca, kadının eşi olduğunu isbata kâdir olamamaktadır. Onun bu perîşan hâli İmâm-ı Âzam (r.a.)’a aktarılır. Hâkim İbn Ebî Leylâ ve bazı ileri gelenlerle birlikte yabancının evine giderek, önce diğer kadınların eve girmelerini emreder. Adamın evindeki köpekler, engel olurlar. Daha sonra karısının içeri girmesi emredilince, köpekler kadının yanına gelip yaltaklanmaya başlarlar. Bunun üzerine İmâm-ı Âzam (r.a.): “İşte, gerçek ortaya çıktı” der. Kadın da gerçeği itiraf etmek zorunda kalır.
Buna benzer bir olay da Hanefî mezhebi imamlarından şu şekilde nakledilmiştir: “Erkeğin kadınla halveti gerçekleştiğinde, eğer kocanın köpeği yanlarında bulunursa; halvetin sıhhatine halel vermez. Ancak kadının köpeği bulunursa halvet bozulur ve mihr-i müsemmâ teekküd etmez (gerekmez).
Vezirlerden İbn Hübeyre, İmâm-ı Âzam (r.a.)’e, üzerinde “Atâ’ bin Abdullah” kazınmış kıymetli bir yüzük göstererek, ismin başka olmasından dolayı kullanmak istemediğini söyleyince, “Bâ harfinin başını yuvarlatıverirsen “atâ’ min ındillah” olur” dedi. İmâm-ı Âzam (r.a.)’ın bu pratik çözümüne şaşıran İbn Hübeyre, sıkça görüşmek istediğini ifade etti. İmâm-ı Âzam (r.a.): “Sizlerle görüşmekten ele ne geçer? Yakınlaştırdığınızı meftun eder, uzaklaştırdığınızı düşkün ve güçsüz edersiniz. Bugünkü durumda Allah (c.c.)’ye hamdolsun sizi gücendirmekle, kaybedildiği takdirde korkulacak bir şeye sahip değilim” diye cevap verdi.
İmâm-ı Âzam (r.a.) bu tür sözleri Kûfe Emiri Îsâ b. Mûsâ’ya ve belki de bizzat Halîfe Mansûr’a bile söylemiş, hiçbirinin, şiddetle arzu ettikleri hâlde, sohbetlerine ve görüşmelerine gitmeye tenezzül etmemişti.
Dahhâk-ı Mervezî Kûfe’ye girip katliam emrini verdiği esnada, İmâm-ı Âzam (r.a.) sadece bir gömlek ve hırka ile onun yanına vararak: “Niçin erkeklerin öldürülmesini emrettin?” dedi. “Mürted olmuşlar da onun için” deyince, şöyle dedi: “Acaba insanların asıl dinleri şimdiki bulundukları dinden başkası olup da mı dönmüşlerdir, yoksa zaten dinleri bundan mı ibaretti?” Dahhâk bu sözü bir daha söylettirdikten sonra, “Biz hata etmişiz” diyerek kılıçlarını kınlarına soktu; insanlar da bundan kurtuldu.
Bir rivâyette Hâricîler Kûfe şehrine girdiklerinde (hâlbuki onların re’yi kendilerine muhalif olan her mezhep sahiplerini tekfîr etmektir) oranın halkının şeyhi Ebû Hanîfe (r.a.)’dir diyerek önce onu getirtip “Küfürden tövbe et!” dediler. O da: “Ben her küfürden tövbe ediciyim” dedi. Biraz sonra tekrar çağırıp: “İhtimâl ki sen bizim mezhebimizi de küfür sayıyorsun.” dediler. Dedi ki: “Siz bu sözü ilimle mi söylüyorsunuz, zan ile mi?” “Zan ile söylüyoruz” dediler. Dedi ki: “Ey iman edenler! Zandan çokça sakının, zira zannın bir kısmı günahtır” âyet-i kerîmesiyle bu zannın günah olduğu kesindir. Günah ise sizin mezhebinizde küfürdür. Bu durumda sizin de küfürden tövbe etmeniz gerekir.”
Haricîler: “Biz tövbe ederiz, sen de tövbe et!” demekten başka söyleyecek söz bulamadılar.
Uyarı: İmâm-ı Âzam (r.a.)’ı ona lâyık olmayan şeylerle noksan göstermeye kalkışan hasetçileri, “Ebû Hanîfe (r.a.) iki defa tekfîr edilerek küfürden tövbe ile katilden kurtulmuştur.” derler. Bu ise Kûfe şehrini istilâ eden Hâricîler tarafından gerçekleşmiştir. Bu durumda sözü edilen olay İmâm-ı Âzam (r.a.)’in şanının yüceliğine delâlet eder. Çünkü onlarla delilli ve isbatlı münakaşa edecek kendisinden başka kimsenin bulunmadığı ortaya çıkmıştır.
Bir kimse başka birisine bir kese içinde bin altın teslim ederek: “Oğlum büyüdüğü vakit sen ne miktar uygun görürsen veresin” diye vasiyyet etmişti. Çocuk büyüyünce, vasî yalnızca akçenin kesesine kıyabilir, vere vere onu verir. Kendisine vasiyyet edilen çocuk durumu İmâm-ı Âzam (r.a.)’a arz edince, adamı getirterek vasiyetin ne türlü cereyan ettiğini ve kendisine teslim edilen akçenin miktarını itiraf ettirdikten sonra: “Bu durumda bin altını tamamen çocuğa vermeniz gerekir. Çünkü rağbet ettiğiniz şeyin onlardan ibaret olduğu, onları alıkoymanız ile kesinlik kazanıyor” der.
Hadis âlimlerinden biri İmâm-ı Âzam (r.a.) hakkında atıp tutuyordu. Fakat hanımıyla arasında boşanma ile ilgili bir mesele vaki oldu, bu meseleden İmâm-ı Âzam (r.a.) sayesinde kurtulabildi. Bu hâdise de şudur: Bu kişi hanımına hitaben: “Bu gece sen benden talâkını ister de ben seni boşamazsam boşayan sen olasın” dedi. Hanımı da: “Ben de senden bu gece talâkımı istemezsem kölelerim âzat olsun” dedi. Sonra bunlar pişman olup mecburen İmâm-ı Âzam (r.a.)’e müracaat ettiler. İmâm-ı Âzam (r.a.) hemen kadına: “Sen talâkı iste”, erkeğe de: “Sen “dilersen boş ol!” ibâresiyle talâkı havâle et” dedikten sonra, “Şimdi evinize gidiniz, ikinize de herhangi bir şey gerekmez. Ancak böyle ilim meyvaları taşıyan bir ağacı taşlamaktan dolayı tevbe etmek lâzım gelir” dedi. Daha sonra adı geçen hadis âlimi tevbeden başka zevcesiyle beraber İmâm-ı Âzam (r.a.)’in beş vakitte duacısı olmuştu.
Bir başkası eşine hitaben: “Eğer tencereye bir mekkûk tuz koyarak pişirdiğin yemekte tuz eseri olursa boş olasın” demiş. Kadın tarafından İmâm-I Âzam (r.a.)’e müracaat edildiğinde şöyle demiş: “Çok kolay! Suda yumurta pişirdiğin vakit kocanın dediğinden fazla tencereye tuz koyabilirsin; hâlbuki yumurtanın kabuğu soyulunca yine tuzsuz yenmez.”
Dehrîler’den bir grup İmâm-ı Âzam (r.a.)’in katlini kararlaştırır. Fırsat kollayıp İmâm (r.a.)’in yalnız bulunduğu bir sırada üzerine hücum ettiklerinde: “Durun! Sizinle yalnız bir meseleyi konuşalım da arkasından maksadınız ne ise gerçekleştirin” der. “Söyle bakalım!” derler. İmâm-ı Âzam (r.a.) şöyle der:
“Mal ve yükle dolu bir geminin, deniz dalgalarının coştuğu bir zamanda, içinde kaptan ve mürettebatı bulunmadığı hâlde hiçbir zarara uğramadan sâhile ulaşıp kurtulduğunu gördük, deseler inanır mısınız?”
Hepsi:
“Hayır, inanmayız!” derler. Bunun üzerine İmâm-ı Âzam (r.a.):
“Siz aklen bunun muhal olduğuna hükmederek, yapılmış ve denize indirilmiş bir geminin behemehâl bir çekip çeviren ve güçlü bir kaptana muhtaç olduğunu itiraf ediyorsunuz da, bu koca dünyada kıyısı ve etrâfı zıt, iş ve durumları birbirinin aksi, içinde yaşayanların iş ve davranışları birbirinden bu kadar farklılık gösteren bu âleme hakîm bir yaratıcı ve her şeyi bilen bir müdebbirin müdahale ve tesiri olmadığını nasıl iddia edebiliyorsunuz?” der. Bunun üzerine hepsi sapık itikatlarından dönüp kılıçlarını kınlarına koyarlar.
Bir gün Ebû Hanîfe (r.a.)’e bir kimse gelip bin dirhem alacağı bulunan bir kişinin borcunu inkâr ettiğini, bu hususta yemin etmeye hazır olduğunu, kendisinin ise yalnız bir şâhidinin bulunduğunu arz eder. Adamın sözünde sâdık olduğunu bilen İmâm-ı Âzam (r.a.), o şâhidin huzurunda güvendiği bir kişiye söz konusu akçeyi hîbe etmesini, daha sonra hîbeyi kabul eden kişinin sözü edilen borçludan da‘va ederek asıl şahit ile beraber alacaklının kendisinin de şahitlik etmesini söyler. Bu durumda hîbeyi kabul eden adamın, yeni sahip olduğu akçenin henüz o borçlunun zimmetinde bulunduğuna, asıl mal sahibinin şahitliği de sahih olup tanıklık yaptığından, hâkim belirtilen akçenin sabit olduğuna hükmetti.
Bu konu son derece geniştir. Fakat anlattıklarımız yeterli olur. Bu hususta anlatılan kıssa ve hikâyelerin bazılarının gerçek olmadığı hususunda şüphe bulunduğundan, bunlar kitaba alınmamıştır.
[Müellifin aktarmadığı hikâyelerin içinden İmâm-I Âzam (r.a.)’in üstün ferâset ve keskin zekâsına delil olan son derece latif şu iki yararlı hikâyeyi aktarmayı uygun gördük: İmâm-ı Âzam (r.a.) bir gün talebeleriyle müzâkere şeklinde ders okuduğu esnada bir A‘râbî (çölde yaşayan Arap) gelip: “Ey İmâm! Bir vav ile mi olacak, iki vav ile mi?” diye sordu. İmâm-ı Âzam (r.a.): “İki vav ile” dedi. O kişi: “Bâreka’llâhü fîke kemâ bâreke fî lâ ve lâ” deyip oradan uzaklaştı. Talebeleri soru, cevap ve bu dua cümlesinden bir şey anlayamadıklarını söyleyince, İmâm-ı Âzam (r.a.) bunları şöyle izah etti: Teşehhüdü sordu. “et-Tehıyyâtü lillâhi ve’s-salevâtüet-tayyibâtü” diye, Abdullah b. Abbas (r.a.)’nın rivâyet ettiği gibi, bir vav ile mi okumak daha faziletlidir, yoksa Abdullah b. Mes‘ûd (r.a.)’in rivâyet ettiği üzere, “ve’s-salevâtü ve’t-tayyibâtü” diyerek iki vav ile mi okumak daha faziletlidir?” demek istedi. Ben de: “Evet, bize göre en uygunu: İbn Mes‘ûd (r.a.)’in rivâyeti olup iki vav ile okumalısın” deyince, şüphesi bertaraf oldu ve bana “âyet-i kerîme”de zikredilen “Zeytin ağacının berekâtı gibi hayır ve bereket sahibi olasın” diye dua etti.
Yine bir gün İmâm-ı Âzam (r.a.)’in huzuruna örtülü bir kadın gelip büyük bir mahcûbiyetle bir tarafı al, diğer tarafı sarı renkli güzel bir elmayı önüne koydu. İmâm (r.a.), herhangi bir soru sormadan elmayı ikiye bölerek içini kadına gösterdi. Edeple sormuş olduğu sorunun cevabını vermiş oldu. Kadın hemen evinin yolunu tuttu.
Ders meclisindeki talebeleri cereyan eden konuşmadan bir şey anlamadıklarından, işin gerçeğini öğrenmek istediler. İmâm-ı Âzam (r.a.), suâli soran kadının, hayızdan kurtulup kurtulmadığından şüphe edip kuruntuya kapıldığını, kendinden bazı günler kan, bazen de sarı su geldiğini, bu ikisinin birden hayız olup olmadığını öğrenmek istedi. Ben de elmanın içini göstererek bunun gibi beyaz su görünmedikçe temiz olmayıp hayız durumu sayıldığını anlattım” dedi.]