Dilini, Gereksiz ve Kötü Sözlerden Korumaları
Küstah ve terbiyesiz insanlardan biri münazara esnasında İmâm-ı Âzam (r.a.) için kendi sıfatı olan “bidatçi” ve “zındık” tâbirlerini kullandı. Bunun üzerine İmâm-ı Âzam (r.a.) o kişiye: “Allah seni bağışlasın. Senin kullandığın tâbirlerin muhâtabı olmadığımı Allahü Teâlâ bilir. Ben Rabbimi bildim bileli kimseyi kendisine eş ve ortak koşmadım. Sadece O’nun afvını ister, ancak O’nun azabından korkarım” dedi. Azabı anınca aşırı üzüntüsünden kendinden geçti ve yere düştü. Kendine geldiğinde adı geçen kişi, pişmanlığını ifade ederek özür diledi. O şöyle dedi: “Câhillerin cehaletleri sebebiyle aleyhimde söyledikleri sözlerle ilgili olarak hakkımı bütünüyle helâl ederim. Fakat ilimle uğraşıp haset yüzünden yalan ve iftiraya cesaret edenlerin durumu gerçekten zor. Çünkü âlimlerin gıybet etmeleri nefislerine zulüm olduğu gibi başkalarına da zarar verir. Üstelik daha sonra gelenleri bile kötü etkiler.”
Fadl b. Dükeyn (rh.a.) şöyle derdi: “İmâm-ı Âzam (r.a.) çok heybetli idi. Söylediği sözler daha çok cevap mahiyetinde idi. Mâlâyâniyi ne söyler ne de dinlerdi. Bir gün bir kişi: “Ey İmâm, Allah’tan kork!” deyince, kendisine bir titreme geldi. Başını eğdi ve aradan biraz zaman geçince şöyle dedi: “Allah hayrını versin. Böyle nasihat verenlere daima herkesin ihtiyacı var. Özellikle ilim konusunda dillerinden güzel kelimeler dökülerek kibre düştükleri zaman, onların ikaz edilmeleri gerekir ki ilimlerinden sadece Hakk’ın rızâsını kasdetmiş olsunlar. Ben de bilirim ki Allahü Teâlâ benden cevap isteyecektir. Sen beni doğru yola yönlendiriyorsun. Buna teşekkür etmekten başka ne yapılır?”
Ne zaman yanına birisi gelip de “Dünyada şöyle olmuş böyle olmuş” diyecek olsa, “Bu lüzumsuz sözleri bırak da şu ihtilaf konusu olan meseleye dair sen de bir şey söyle bakalım!” derdi. Daima talebelerine şöyle nasihat ederdi: “İnsanlara fayda vermeyecek konuları anlatmakla meşgul olmayın. Hakkımızda kötü söz söyleyenleri Allah (c.c.) bağışlasın, güzel söz söyleyenleri de merhametine eriştirsin. İnsanları kendi hâline bırakın da dinde fakih olmaya çalışın. Bir gün olur bizi sevmeyenler bile bize müracaat etmeye mecbur olurlar.”
İmâm-ı Âzam (r.a.)’e birgün “Alkame (rh.a.) mi daha faziletlidir; Esved (rh.a.) mi?” diye sorulunca şöyle cevap verir: “Benim vazifem, onlar gibi değerli hocaları yüceltip dua ve övgü ile yâd etmekten ibarettir. Benim aralarındaki üstünlüğü ortaya koymaya ne gücüm var ki?”
[Adı geçen her iki kişi tâbiînin büyüklerinden ve İslam âlimlerinin dâhilerindendir. Alkame b. Kays (rh.a.) [ö. 62/681], Esved b. Yezîd b. Kays (rh.a.)’in [ö. 74/693] amcasıdır. İkisi birlikte Abdullah b. Mes‘ud (r.a.)’den ilim öğrenmiş ve onun uzun süre hizmet ve sohbetinde bulunmuşlardır.
Hazret-i Ali (k.v.), Kûfe’ye geldiğinde bir akşam ikisi ile yatsıdan sabaha kadar Cemel Vak‘ası’na dair istişare etti. Sabah olunca insanlara şöyle seslendi: “Şu iki zat Abdullah b. Mes‘ud (r.a.)’in hayırlı halef olarak bıraktığı kişilerdir. Bunlar Irak bölgesinin iki parlak kandilidir. Barışın gerçekleşmemesi durumunda Talha ve Zübeyr (r.a.) ile savaşmamızı uygun görüyorlar.” İşte her ikisinin değer ve dereceleri Hazret-i Ali (k.v.)’nun bu sözünden anlaşılıyor. Uzatmağa gerek yok, kimin hayırlı halefleriymişler. Hakkında Nebîler Sultanı (s.a.v.) Efendimizin: “Ümmetim hakkında İbn Mes‘ûd neye razı olursa ben de ona razı olurum.” dediği Abdullah b. Mes‘ûd (r.a.)’in halefidirler. Bu sebepten rivâyet ihtilafı söz konusu olduğunda biz Abdullah b. Mes‘ûd (r.a.)’in sözünü tercih ederiz. Hayat hikâyeleri Risâle-i Hamîdiyye’de anlatılmıştır.
Alkame ve Esved (rh.a.) da, İbrâhîm en-Nehâî (rh.a.) [ö. 96 /714-15] gibi birisini hayırlı halef bırakmışlardır. Gerçekte İbrâhîm en-Nehâî (rh.a.), ashâb-ı kirâmdan çok kimselerle görüşmüş ve İbn Abbâs, İbn Ömer, İbn Zübeyr, Enes b. Mâlik, Câbir b. Abdullah ve Abdullah b. Ebî Evfâ gibi sahâbenin büyüklerinden hadis dinlemiştir. Ancak fıkıh ilmini özellikle Alkame (rh.a.) ile Esved (rh.a.)’den öğrenmiş ve hayatta iken şöhret bulmuştur. Onun hâfızasının sağlamlığı herkesi hayrete düşürmüştür. Az konuşmayı âdet edinmişti. Şöyle derdi: “Halkta kınanacak ölçüde münasebetsiz davranışlar görüyorum. Ancak nefse güvenilmez. Belki kendim de aynı duruma düşebilirim diye kimsenin ayıbını söylemeye cesaret edemiyorum.” İbrâhîm en-Nehâî (r.a.)’in en seçkin talebesi, hayat hikâyesi yukarıda geçen Hammâd Hazretleri’dir ki o da İmâm-ı Âzam (r.a.)’in hocasıdır.]
İbnü’l-Mübârek (rh.a.) bir gün Süfyân es-Sevrî (rh.a.)’e “Ebû Hanîfe (r.a.)’in insanları gıybet etmekten son derece sakındırdığını, hatta kendisine açıkça düşmanlık besleyenleri bile gıybet etmediğini işittim” deyince Süfyân es-Sevrî (rh.a.) şöyle der: “Elbette! İyilikleri mahvedip yok eden gıybet gibi şeylerden kaçınan kimsenin, dostlarını gıybet edip kınamaktan çok daha fazla düşmanlarını kınamaktan kaçınması gerekir. Böylelikle iyiliklerini onlara takdim edip onları faydalandırmış olmasın. İnsanların en akıllısı olan Ebû Hanîfe (r.a.)’in bu inceliğe herkesten daha çok özen göstereceğinde şüphe yoktur.”
Şüreyk (r.a.), İmâm-ı Âzam (r.a.)’i anlatırken şöyle der: “Uzun süre susan, aşırı derecede akıllı, idrâki keskin, az münakaşa eden ve az konuşan bir kişi idi. ‘İnsanlar sizin hakkınızda yerli yersiz söz söylüyorlar, savunmak için siz kimse hakkında konuşmuyorsunuz’ denildiğinde, ‘Bu Allah (c.c.)’nün bir fazlıdır, dilediğine verir.’ demiştir.”
Sözün kısası Damre (rh.a.)’in dediği gibi İmâm-I Âzam (r.a.) doğru sözlü olup ömründe kimseye kötü söz söylemediğinde âlimler ittifak etmiştir. Güzel huylu ve iyi ahlaklı kişiler arasında benzeri az bulunur bir kişiydi.